24 Mayıs 2010 Pazartesi

Fareden Hisse


Bir fare vardı. Öldü. Kıssasındaki hissesi bana kaldı.
                                      ***
Sene yanlış hatırlamıyorsam 1975’di. İstanbul’daki ilk senemizdi, oturduğumuz o evi hala unutamam. Mevzu bahis olan, Balat’taki evimizin en güzel tarifini, yerleşmemizden 13 yıl sonra 1988’de Barış Manço, sakız hanım ile mahur bey şarkısında, “Çocukluğumun geçtiği o eski mahallede / Aşı boyalı ahşap, eski bir evde otururlardı / Sakız Hanım‘la Mahur bey” sözleriyle yapıcaktı. Kapısından içeri girildiğinde, yemek kokusuyla, banyo-tuvalet kokularının sentez triosunun karşılaması çok alışılageldik olmasa da, bu durum türk misafirperverliğinin farklı bir versiyonu olarak da kabul edilebilirdi. O evi sevmemin en büyük sebeplerinden birisi de ahşap olmasıydı. Ahşap bir merdivenden çıkarken veya zeminde yürürken, ayağımdaki her kemiğimin zemini, ayrı ayrı hareketlerle taradığını hissedebilmek, hele o, her basınçta çıkan gıcırtılar ve bazı zamanlardaki gacırtılar gerçekten yaşayan ve tepki veren bir evde yaşadığımı hissettirir bana. Evimizin üst katına çıkıldığında merdivenlerin bitimine yakın, oturma odasının eski kapısı yavaşça doğmaya başlar kadraja. Korkulukların bitiminden sağa doğru dönüldüğünde, iki küçük yatak odası görünür, solda. Çoğu zaman, ablamlarla ortak kullandığımız, üst katın en dibindeki odamıza giderken, mesafe yeterli olsamasına rağmen, sırf işlemeli korkulukları bırakmamak için kenardan yürürdüm, annemin “düşüceksin eşşek sıpası” çığlıklarına inat. Odamızda 3 ablam ve bir fareyle birlikte kalıyordum. En iyi oda arkadaşımsa tahmin edilebileceği üzere, fareydi. Ablamlar, kendisini hiç sevmezlerdi ama peynirini eksik etmedikçe, onlardan daha uyumlu bir oda arkadaşı olduğunu asla anlayamadılar. Ben onun adını “fare” koydum, bir varlığa, bir ismi ancak bu kadar yakışabilirdi. Hergün aynı oyunu oynardık “fare” ile. Ben ona yemeğini verirdim. Karnı doyunca, ablamlar veya annem gelinceye kadar, omzumdan parmaklarıma voltalar atıp, tvist oynardı. Ablamlar onu görüp çığlık attığındaysa, tahtaların arasındaki boşluklardan önce iki odanın ortak kullandığı, bir sandalyelik genişlikteki üstü açık cumbaya geçer, oradan da annemlerin yatak odasındaki gizli tünelinden, kilere dikey geçiş yapardı. Çok iyi bir arkadaştı çok…
Balat sokakları, beşeri münasebetleri ve komşuluk ilişkilerinden alıştığı üzere, binaları birbirine yakın tutmak için, hep elinden geleni yapmıştır. Evimiz, o dar sokakların en enteresanlarından birindeydi. 3 yol ağzındaki bu evden, hangi yöne gidilse, hep yokuş inilirdi.
Yanılmıyorsam ağustos ayıydı. Sabahın sessizliğinde 70 model Dodge As250 kamyonun sesi uzaklardan höykürerek geliyordu. Zaten fiziki açıdan küçük olan gözlerim uyku sersemliğiyle yokmuş gibiydi. Zorda olsa yatağımda doğruldum. Fonda, Dodge kamyonun sesiyle kendimi, o romandaki feodal kral gibi, uzaklardan gelen, ejderha seslerine aldırmadan, şatoma kurulmuş gibi hissettim.  Ejderhanın sesi yaklaştıkça rahatım bozulmuştu. Kamyonun sesi de davul gibiydi, sadece uzaktan hoş geliyordu. Sahil tarafından gelen sesin, standart yükselişiyle doruk noktasına ulaşıp, azalarak bitmesini bekliyordum. O ise bana inat etmeyi tercih edip, standart ses artışını bozup büyük bir gümbürtü çıkarttı. Gözlerimi açtığımı tahmin ediyordum ama hiç belli olmuyordu. Ablamlar da uyanıp çöl faresi gibi kafalarını nevresimin altından çıkarttıkları sırada, toz bulutu dinmiş gözlerim görmeye başlamıştı. Ejderha dar sokaktan geçerken, cüssesinden dolayı virajı geniş almaya çalışıp, başaramayınca, altından geçemediği, üstü açık cumbamızın büyük çoğunluğunu da yanında götürmüştü. Geri kalan kısmı da aşağı sarkıp, kapılarımızı boşluğa açılır hale sokmuştu. Ben önceleri çok takmadım zira pek kullanmazdım da zaten. Cumbayla olan tek alakam, evdeki dişi nüfusu tarafından kovalanan, arkadaşım “fare”nin yan odaya geçişinde onu kullanması ve benimde ona uzaktan bakmakdı.
O günün öğleninde, ev ahalisi olarak şoku atlatmış, rutin hayata dönmüştük. Ben, şen bakkaliyeye gidip, heba olmuş peynirleri getirip “fare”ye hazırlamıştım bile. Beklendiği üzere, hergün ki saatlerinde dakik dostum “fare” gelmişti. Yemeğini yedi. Karnı doyunca çok neşeli olurdu kerata. Ritüellerimizi hiç bozmakdık. 10 dakika sonra evdeki dişi nüfusundan herhangi biri giricek ve biz yine eğlenicektik. Büyük ablam odaya girdi. Alışıldık çığlığını attı. “fare” ablamın çevresindeki 2 turluk tavafını yaptıktan sonra her zamanki kaçış yoluna yöneldi. Beni sakin yapımla görmeye alışık olan ablam yüz ifademi görünce “fare”nin peşinin bırakıp bana gözlerini dikmişti. “fare”nin deparının takiben, umutsuz bir çabayla ben de, cumbasızlığa açılan cumba kapısına koşmaya yeltendim. Tek yapabildiğim, cumbadan yan odaya geçmeye çalışırken kendini boşlukta bulan, hayattaki en iyi arkadaşım “fare”ye havada süzülüp yere çarparken bakmak oldu. Tabi ki, bu omurgasız hayvan, bu kadar kısa bir mesafeden düşüp ölmedi. Aksine, kısa bir afallamadan sonra, toparlanıp son hız yokuşlardan birinden, aşağıya koşmaya başladı, arkasına bile bakmadan! Her hareketinden belliydi ki; biz beşerlerin yapmayı en az bildiğimiz şeyi yapmıştı. Hayatının akışını bozan, canını acıtan şeylere arkasını dönüp, asla eskisi gibi olmayacak, olan yaşamına bir sünger çekip, hayata sıfırdan başlamayı “tercih” etmişti.
                                     ***
Bir gün, bir aslan miyav der ve bir fare de kükrerse aklınıza Kayahan değil, lütfen benim eski dostum “fare” gelsin. Sağlıcakla….

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bu çok iyi, kurgu da fevkalade.
"tek yapabildiğim, cumbadan yan odaya geçmeye çalışırken kendini boşlukta bulan, hayattaki en iyi arkadaşım "fare"ye havada süzülüp yere çarparken bakmak oldu.
film karesi aynen, bir hayli iyi cümleler. helaaal

Yorum Gönder