31 Mayıs 2010 Pazartesi

ZAHRAD – Kafası Güzel Şair


Dünya üzerinde binlerce ev şairi vardır ve onların yazdıkları da muhakkaktır ki, eşe dosta duygusal anlar yaşatıcak çaptadır. Çünkü aslında bu işlerin kolay bir matematiği vardır. Bir kaç sihirli kelime, şiiri bir anda duygusallaştırabilir. Mühim olan, farklı kelimeler ve farklı mantıklar kullanarak istenilen hissi, duygusallık dozunu cıvıklaştırmadan yazmaktır şiiri. Zaten büyük şairler denilen zümreye girebilen şairlerin ortak özellikleridir mevcut duyguları sömürmeden, yeni duygular üretebilmek. Bu farklı adamlardan birini tanıtmak vacip oldu artık. Adı "Zahrad". Kafası hep güzel gibi yazardır bu zat-ı muhterem. Kızgınsa veya aşıksa veya bambaşka kafaları yaşıyorsa da kendince, ona hiç fark etmez, hep biraz mizah vardır şiirlerinde ama cümlesini öyle bir bitirir ki, içine işler insanın o cümleler 2 saniye dondurur olduğu yerde okuyucusunu.

MAVİ
Gel de maviyi anlat solucana
Ne deniz görmüş
Ne nehir
Ne gök
Ne de mavi gözlü bir solucana tutulmuş
Siz asıl bana sorun o maviyi
                               ZAHRAD
 
BİR ADAMIN AKLI
Ağaca bakar - görmez ağacı - kendini görür
Yola bakar - görmez yolu - kendini görür
 
Yukarı bakar - yıldızlar var gökyüzünde - 
Görmez - kendini görür
 
Ve aynaya bakar - görmez kendini - 
-Selâm verir
                               ZAHRAD
 
Dört koyundular
İlkini kestiler önce
İkincisini haklarlarken tam
Kaçmayı denedi üçüncüsü
On metre gitti gitmedi
Enselediler
Ben o üçüncüsünün etinden yedim
Yaşam tadı vardı
                               ZAHRAD

BİR KEDİNİN GÜNLÜĞÜNE
Mahallede on kedi varsa
           Biri sensin
 
Yüz kedi varsa
           Biri yine sen
- Ama bu kez yüzde birsin -
 
Oysa okşadığım - tek bir kedi -
           O kedi
           Yüzde yüz sensin
                               ZAHRAD
"ZAHRAD – Kafası Güzel Şair" Devamını oku

27 Mayıs 2010 Perşembe

Kıymetlilerimiz kolajı

 
                  kolaj: GregorSamsa                     
"Kıymetlilerimiz kolajı" Devamını oku

26 Mayıs 2010 Çarşamba

obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz 1: LOUİS ARMSTRONG


Galiba, öncelikle “obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz” konseptini açıklamam lazım. Malumunuzdur ki; aşağıda da hatırlatacağım cem karaca şarkısının adıdır, “obur dünya”. Bende bu başlık altında, şahsi kanaatimce çok değerli bulduğum merhum sanatçıları yazmaya çalışacağım.
Obur dünyanın yediği, binlercesinin arasından benim ilk söz konusu edeceğim kıymetlimiz, lakabı “torba ağız” olan (lakabın faili için bkz: vesikalıklarının %50’sini kaplayan ağzı), 20. yüzyılın en çok tanınan jazzcısı, Louis Daniel Armstrong olucak.
New Orleans’a, Amerika’nın, Urfa’sı demek, kanaatimce yanlış olmaz zira o sokaklarda aynı akıbeti yaşamış bir sürü efsane vardır. Nedendir bilinmez, bir çoğunluğu babası tarafından terk edilmiş ve büyük anneleri tarafından büyütülmüştür bu sokakların çocukları. Louis’de bu talihsiz gençlerden biriymiş. Babası tarafından terk edilince annesi tarafından babaannesine bırakıyor. Maddi sıkıntılardan dolayı, onun müziğe aşık olmasında büyük katkısı olan barlarda garsonluk işi yapmış. Kendi küçük gettosunda, trompet çalıp yükselme çabalarındayken, “King” Oliver’la tanışması ve onun himayesine girmesi bütün hayatını değiştiriyor. “King” Oliver’ın gurubuyla, 1920’lerin caz merkezi Chicago’ya gidiyor ve büyük bir yükselişin ardından ustasından ayrılıp solo kariyerine ve gurup liderliklerine başlıyor. İlerleyen zamanlar, tahmin edileceği üzere, ölümünden bir gün öncesine kadar hiç düşmeyen bir tempoyla ve hep yükselen bir başarı grafiğiyle devam ediyor.
Bu torba ağızlı şeker adam, benim nezdimde hep Adile Naşit, Hulusi Kentmen ve Vahi Öz katındadır. Aslında TRT sanatçıları andıran bir stilinin olduğuda söylenebilir. Ne kadar acıklı şarkılar söylerse söylesin, seyirciye veya kameraya baktığında hep yüzü güler bu koca gönüllü adamın. 32 dişinin 70 yaşına kadar eksiksiz kaldığını bize görsel testlerle göstermektende geri kalmamıştır bu muhterem. Biz görememiş olsakta bu zat-ı şahanenin konserlerdeki trompet soloları dadundan yenmezmiş bilginize…
Ve ne yazık ki, 1971’de Obur dünya onu şahsi orkestrasına yuttu.
Beklenen an geldi: ladies and centilmen karşınızda Louis Armstrong.
Bütün şarkıları teni gibi gecedir Louisin.
"summertime" bir bahar akşamıdır. ama müzeyyen ablanın ki gibi ilk bahar değil son bahardır, biraz acıdır, biraz gece kahvesidir.


"what a wonderful world" bir yaz akşamıdır. İnsanın üstüne hawaii gömleği giydiriverir de kimse fark etmez huzurundan rahatından.


Son iki şarkı da, güzel bi akşam yemeğidir. Çatal kaşık sesine eşlik eder.



Bu arada, bu videoyla; bir sonraki obur dünya'ya yem olmuş kıymetlimle Armstrongu buluşturuyorum, Frank Sinatra.


"obur dünyanın yediği kıymetlilerimiz 1: LOUİS ARMSTRONG" Devamını oku

Franz Kafka - A Country Doctor (animasyon film)

 Franz Kafka'nın, 1919'da kaleme aldığı Ein Landarzt adlı eserinden uyarlanmıştır. şahsi kanaatim odur ki: sağlam bir senaryoya sahip olmasının yanı sıra, çok sağlam kalemler tarafından çizilmiştir. Aşşağıda, türkçe alt yazısı ile birlikte tam videoya ulaşabilirsiniz.



"Hikâye, talihsiz bir memleketin doktorunun, acilen ilgilenmesi istenilen genç bir hastanın gece yarısı gelen çağrısını cevaplamasını anlatır. Olaylar kısa sürede gerçeküstü bir hal alır ve doktor kendini aniden dünyevi olmayan atlar tarafından hastanın yatağının başına nakledilmiş bulur. İlgilenmesi gerekenlerin mağduriyetleri ve kişisel rahatsızlıkları nedeniyle doktor, ağır ve ölümcül bir yarayı bulmakta başarısız olur. Bunun üzerine “her zaman imkansızı bekleyen” köylüler tarafından aşağılanır ve her şeyini kaybederek sonsuz bir yolcukla lanetlenir."

(Resmi sayfasından çevrilmiştir)

İyi seyirler...



"Franz Kafka - A Country Doctor (animasyon film)" Devamını oku

25 Mayıs 2010 Salı

CANIM İSTANBUL

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mâna: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O mânayı bul da bul!
İlle İstanbul'da bul!
İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Kâtibim"i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...
                    Necip Fazıl Kısakürek (1963)
  
Vefatının 27. yılında, usta şairi rahmetle anıyorum.
"CANIM İSTANBUL" Devamını oku

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Fareden Hisse


Bir fare vardı. Öldü. Kıssasındaki hissesi bana kaldı.
                                      ***
Sene yanlış hatırlamıyorsam 1975’di. İstanbul’daki ilk senemizdi, oturduğumuz o evi hala unutamam. Mevzu bahis olan, Balat’taki evimizin en güzel tarifini, yerleşmemizden 13 yıl sonra 1988’de Barış Manço, sakız hanım ile mahur bey şarkısında, “Çocukluğumun geçtiği o eski mahallede / Aşı boyalı ahşap, eski bir evde otururlardı / Sakız Hanım‘la Mahur bey” sözleriyle yapıcaktı. Kapısından içeri girildiğinde, yemek kokusuyla, banyo-tuvalet kokularının sentez triosunun karşılaması çok alışılageldik olmasa da, bu durum türk misafirperverliğinin farklı bir versiyonu olarak da kabul edilebilirdi. O evi sevmemin en büyük sebeplerinden birisi de ahşap olmasıydı. Ahşap bir merdivenden çıkarken veya zeminde yürürken, ayağımdaki her kemiğimin zemini, ayrı ayrı hareketlerle taradığını hissedebilmek, hele o, her basınçta çıkan gıcırtılar ve bazı zamanlardaki gacırtılar gerçekten yaşayan ve tepki veren bir evde yaşadığımı hissettirir bana. Evimizin üst katına çıkıldığında merdivenlerin bitimine yakın, oturma odasının eski kapısı yavaşça doğmaya başlar kadraja. Korkulukların bitiminden sağa doğru dönüldüğünde, iki küçük yatak odası görünür, solda. Çoğu zaman, ablamlarla ortak kullandığımız, üst katın en dibindeki odamıza giderken, mesafe yeterli olsamasına rağmen, sırf işlemeli korkulukları bırakmamak için kenardan yürürdüm, annemin “düşüceksin eşşek sıpası” çığlıklarına inat. Odamızda 3 ablam ve bir fareyle birlikte kalıyordum. En iyi oda arkadaşımsa tahmin edilebileceği üzere, fareydi. Ablamlar, kendisini hiç sevmezlerdi ama peynirini eksik etmedikçe, onlardan daha uyumlu bir oda arkadaşı olduğunu asla anlayamadılar. Ben onun adını “fare” koydum, bir varlığa, bir ismi ancak bu kadar yakışabilirdi. Hergün aynı oyunu oynardık “fare” ile. Ben ona yemeğini verirdim. Karnı doyunca, ablamlar veya annem gelinceye kadar, omzumdan parmaklarıma voltalar atıp, tvist oynardı. Ablamlar onu görüp çığlık attığındaysa, tahtaların arasındaki boşluklardan önce iki odanın ortak kullandığı, bir sandalyelik genişlikteki üstü açık cumbaya geçer, oradan da annemlerin yatak odasındaki gizli tünelinden, kilere dikey geçiş yapardı. Çok iyi bir arkadaştı çok…
Balat sokakları, beşeri münasebetleri ve komşuluk ilişkilerinden alıştığı üzere, binaları birbirine yakın tutmak için, hep elinden geleni yapmıştır. Evimiz, o dar sokakların en enteresanlarından birindeydi. 3 yol ağzındaki bu evden, hangi yöne gidilse, hep yokuş inilirdi.
Yanılmıyorsam ağustos ayıydı. Sabahın sessizliğinde 70 model Dodge As250 kamyonun sesi uzaklardan höykürerek geliyordu. Zaten fiziki açıdan küçük olan gözlerim uyku sersemliğiyle yokmuş gibiydi. Zorda olsa yatağımda doğruldum. Fonda, Dodge kamyonun sesiyle kendimi, o romandaki feodal kral gibi, uzaklardan gelen, ejderha seslerine aldırmadan, şatoma kurulmuş gibi hissettim.  Ejderhanın sesi yaklaştıkça rahatım bozulmuştu. Kamyonun sesi de davul gibiydi, sadece uzaktan hoş geliyordu. Sahil tarafından gelen sesin, standart yükselişiyle doruk noktasına ulaşıp, azalarak bitmesini bekliyordum. O ise bana inat etmeyi tercih edip, standart ses artışını bozup büyük bir gümbürtü çıkarttı. Gözlerimi açtığımı tahmin ediyordum ama hiç belli olmuyordu. Ablamlar da uyanıp çöl faresi gibi kafalarını nevresimin altından çıkarttıkları sırada, toz bulutu dinmiş gözlerim görmeye başlamıştı. Ejderha dar sokaktan geçerken, cüssesinden dolayı virajı geniş almaya çalışıp, başaramayınca, altından geçemediği, üstü açık cumbamızın büyük çoğunluğunu da yanında götürmüştü. Geri kalan kısmı da aşağı sarkıp, kapılarımızı boşluğa açılır hale sokmuştu. Ben önceleri çok takmadım zira pek kullanmazdım da zaten. Cumbayla olan tek alakam, evdeki dişi nüfusu tarafından kovalanan, arkadaşım “fare”nin yan odaya geçişinde onu kullanması ve benimde ona uzaktan bakmakdı.
O günün öğleninde, ev ahalisi olarak şoku atlatmış, rutin hayata dönmüştük. Ben, şen bakkaliyeye gidip, heba olmuş peynirleri getirip “fare”ye hazırlamıştım bile. Beklendiği üzere, hergün ki saatlerinde dakik dostum “fare” gelmişti. Yemeğini yedi. Karnı doyunca çok neşeli olurdu kerata. Ritüellerimizi hiç bozmakdık. 10 dakika sonra evdeki dişi nüfusundan herhangi biri giricek ve biz yine eğlenicektik. Büyük ablam odaya girdi. Alışıldık çığlığını attı. “fare” ablamın çevresindeki 2 turluk tavafını yaptıktan sonra her zamanki kaçış yoluna yöneldi. Beni sakin yapımla görmeye alışık olan ablam yüz ifademi görünce “fare”nin peşinin bırakıp bana gözlerini dikmişti. “fare”nin deparının takiben, umutsuz bir çabayla ben de, cumbasızlığa açılan cumba kapısına koşmaya yeltendim. Tek yapabildiğim, cumbadan yan odaya geçmeye çalışırken kendini boşlukta bulan, hayattaki en iyi arkadaşım “fare”ye havada süzülüp yere çarparken bakmak oldu. Tabi ki, bu omurgasız hayvan, bu kadar kısa bir mesafeden düşüp ölmedi. Aksine, kısa bir afallamadan sonra, toparlanıp son hız yokuşlardan birinden, aşağıya koşmaya başladı, arkasına bile bakmadan! Her hareketinden belliydi ki; biz beşerlerin yapmayı en az bildiğimiz şeyi yapmıştı. Hayatının akışını bozan, canını acıtan şeylere arkasını dönüp, asla eskisi gibi olmayacak, olan yaşamına bir sünger çekip, hayata sıfırdan başlamayı “tercih” etmişti.
                                     ***
Bir gün, bir aslan miyav der ve bir fare de kükrerse aklınıza Kayahan değil, lütfen benim eski dostum “fare” gelsin. Sağlıcakla….
"Fareden Hisse" Devamını oku

23 Mayıs 2010 Pazar

Tekfurun Kızı - Ben seni alamam ah Holofira

     TEKFURUN KIZI
Ben seni alamam ah Holofira*
Azığım tam takır bineğim nalsız
Bir bende geçerim kalacağım yok
Dostlarım bivefa düşmanım yalsız
Kolum halat değil bakracımda kum

Ben seni alamam ah Holofira
Sade yoksulluktan yokluktan değil
Eline kir olsun elli üç lira
Amma ki alamam
Bir uzak sevi gelmişte çökmüş ta onlar gibi

Ben seni alamam ah Holofira
Geç git hiç bakmadan eylenme emi
Pusatları parlak bimbaş istesin
Seni ulak elçi naib-i kral
Ben hoyrat söyleyeyim, el bana hoyrat
Gelip de ne diyeyim şu dillerim lâl

Ben seni alamam ah Holofira
Baban kâfirine kılıç üşürsem
Hem de gece bassam iti uykulu
Şöyle “ya Allah”la bohçanı dürsem
Amma ki alamam

Yaradan beni ne ardıç ne çınar ufarak çayır
Koşumun gıcırdar ölmek dilerim
Bağrım kaynıyordur yüklerim ağır
Sen bir düş imişsin kuşluk çağında
Soluma tükürdüm rabbim gafurdur
Bilesin kavuşmak yoktur İslâmlıkta
Kavuşan kısmısı ancak gâvurdur.
                                 Süleyman Çobanoğlu  
HOLOFİRA: orhan gazi'nin eşi nilüfer hatun'un evlenmeden önceki adı.
"Tekfurun Kızı - Ben seni alamam ah Holofira" Devamını oku

21 Mayıs 2010 Cuma

Vas, Greg Ellis, Azam Ali

“VAS” doğu mistisizmine cüretkar ve alenen bir davettir aslında. Sadece sıradan bir müzik gurubu demek doğru olmaz ona. Grup üyeleri, İran’da doğmuş, Hindistan’da fink atıp, Amerika’da durulmuş olan klasik müzik tekniklerine hakim, gotik müzikte usta bir kadın, Azam Ali ile Amerikalı jazzcı perküsyonist, Greg Ellis’dir. İranlı solist ve Amerikalı enstrumantalistten doğan en direkt ironik atıştır, vas grubu. Greg, bir çoğunu kendi çaldığı enstruman cümbüşlüyle kapıda karşılarken dinleyicisini, Azam Ali ise sesiyle, çevresinde girdap oluşturur, ordan yukarılara çıkarır. Öyle yukarılar ki; kendisini bile karınca kadar görür ona kulak misafiri olanlar. Bu fevkal-had ezgizeştler, efkarınızı coşturur, fikri mecralarınızı azim ve kararlılıkla zapdederler.
Bu zatı şahanelerinin, mahsüllerinden bir kısmıyla sizleri baş başa bırakıyorum. Yukarıda görüşmek üzere.
            Not: Sunyata (1997) ve In The Garden Of Souls (2000) albümleri huşu ve efkarla tavsiye olunur.
"samaya" 

"ningal"

"beyond dispair"

            "refuge"


Bookmark and Share

"Vas, Greg Ellis, Azam Ali" Devamını oku

20 Mayıs 2010 Perşembe

Meşruiyet vs. Kanunlar


Adalet, kanunlarla çerçevesi çizilmiş bir kavram mıdır? Yoksa toplum vicdanındaki meşruluk hissi midir? Tabi ki, yüz yıllardır tartışılan bu konuyu uzmanlık alanı bu olmayan ben, açıklamaya veya üzerinde fikir yürütmeye çalışmayacağım zira bu sorunun cevaplarından bazılarının, insanları götürdüğü noktaların birleşiminden, ne yazık ki çocuk kitaplarındaki gibi kedi veya fil değil de, felaketler çıkıyor. Elbette adalet, sadece resmi yazılı yasalarla sınırlandırılabilecek bir mefhum değildir, aynı anda toplumdaki meşruluk aksı ile bir bütündür. O zaman bu soruda ki insanları tırnak içerisinde italikle yazılabilecek olan, suça, yönelten nedir?
Bu soruyu, evinde sakince oturan akil birine sorarsak muhakkak: “ikisi de önemlidir. Kanunların amacı toplum vicdanındaki meşruluğa ulaşmaktır” benzeri sözler söyleyecektir. Bir hakimin veya avukatın ise: “kanunlar her zaman meşrudur. Adalet kanunlarla sağlanır.” demesi kuvvetle muhtemeldir. Sorunun,  asıl ‘sorun’ olmaya başladığı an, bu soruyu tavuğuna kışt denmiş, çok sevdiği özel isme bile sahip olan arabası çizilmiş, küçük çocuğu, büyük çocuklarca dövülmüş, kızı bir pedofilin malum fiillerine maruz kalmış veya üç kuruş için annesi öldürülmüş birine sorulduğu andır. Kendi adaletini kendi dağıtma fikri, kısasa kısas mantığı, modern çağdaki en büyük düşünsel sorundur belki. Kendisine yapılan ve haksızlık olduğunu düşünen, canı yanmış biri için kısasa kısas, gayet mantıklı bir çözümdür. Kanunlar onun gözünde hep yetersizdir. Yaptığı ise oldukça meşru görünür gözüne.
Durumu dramatikleştirip duygusallığı ön plana, mantığı alt belleğe atmamak için; büyük bir dramı değil de, daha ufak gibi gözüken bir örneği incelemek lazım. Bunun için kullanacağım mafsal, 2007 yapımı Gürültü (the noise) filmi olucak. Kısaca film; yaşadığı kenti çok seven, evli ve çocuklu olan standart bir adamın, şehrin gürültüsüne daha fazla dayanamayıp, gürültü üreten her şeyi yok etmeye başlamasını anlatıyor. Karakter, her çalıpta susturulmayan alarmı, polisin müdahalesini yetersiz ve etkisiz kabul edip, arabaların camlarını kırıp, imha ederek susturmaya başlıyor ve bu eylemler arkadaşları ve ailesi ile arasını açmış olsa da, kentte bir sürü takipçisi, taklitçisi ve hayranı olmasını sağlıyor. Şimdi; bu adamın yaptığı ne kadar adil olarak kabül edilebilir? Veya meşru mudur? Hangi taraftan bakınca meşrudur? Sesten rahatsız olan, o sesler yüzünden çıldıracak konuma gelen ve tek yaptığı kendisini rahatsız eden o sesleri cebren ve hile ile yok etmek olan adamın yaptığı meşru mudur? Veya her şeyden habersiz, bir fast food lokantasından yemeğini alırken, şehrin doğal gürültüsünden dolayı alarmı duyamamış, yemeğiyle birlikte döndüğünde, arabasının ön kelebek camını kırılmış, alarmını sökülmüş olarak bulan adamın düştüğü durum adil midir?
            Bazen yasaların yetersiz kaldığını düşündüğüm zamanlar olur. Bir kısmında da haklı olduğumu iddia da etmişimdir. Adaletini kendi dağıtma, hayatının tanrısının kendisi olduğunu düşünme, hem savcı, hem hakim, hem de cellat olma fikri, kulağa hoş gelmiyor değil. Ki ben bu düşünceyi aklımdan geçirdiğim an, her an bir kan davasını sürdürebileceğimi fark ettim. Doğru ya, birisi benim tavuğuma kışt derse, ben de onun tavuğunu kesebilirim. Kanunlar benden daha mı iyi adaleti sağlıyacaklar?
"Meşruiyet vs. Kanunlar" Devamını oku

19 Mayıs 2010 Çarşamba

sıkıntıdan kurtulma reçetesi


           Standart modern çağ icatlarından biridir, “sıkıntı”. Sıkıntıdan kastım; psikiyatrik boyutu olan sürekli bir sıkıntı, eseriklilik  hali değil ha. Bahsi geçen sıkıntı mefhumu; yakın dönem Avrupa sinemasının da sıkça işleyip, cılkını çıkartdığı; metropol insanın içinde bulunduğu çıkmazların, ruhunda açtığı girdaplardan, kaynaklanan hezeyanlardır. Daha bizden bir tabirler söylemek gerekirse: “çok yoruldum, her şey üst üste geliyo, ben böyle dünyanın taaa….” Monologundaki ruh halidir, “sıkıntı”. O an insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmez, yapılamaz da zaten. İşler aksar, ödevler yetişmez, sınavlara çalışılamaz vesaire vesaire…
Şahsi manifestomdur: “Bu eseriklilik haline son!!! Reçeten bende vatandaş!!!”

Reçete:
1) ilk olarak, içinde rahat hareket edilebilecek kıyafetler giyiniz ve çevrede rezil olma korkunuz olan birileri varsa, onlar itinayla mekandan kovunuz zira istediğiniz kadar çılgınca hareket etme özgürlüğünüzün kısıtlanmaması lazım. Ardından, aşağıdaki bu, mukaddes ve akıllara ziyan Daler Mehndi şarkısını, klipteki bütün hareketleri taklit ederek uygulayınız. Ayrıca nakaratındaki pek manidar güftesini de söylemeyi unutmayınız:
“tunak tunak tun
  tunak tunak tun
  tunak tunak tun
  da da da………”
2) şu anda nefes nefese olmanız kuvvetle muhtemeldir. İkinci doz tedaviye geçebiliriz. Şimdi yapmanız gereken; aşağıda göreceğiniz Bobby McFerrin’e ait olan, ismiyle mantığınızı, melodisiyle ruhunuzu ferahlatacak olan “don’t worry, be happy” isimli şarkının play butonuna tıklamak. Uzandığınız yerden, elleriniz başınızın arkasında şarkıyı dinlerken, bir yandan nefesinizi dengeleyip, diğer yandan da, son kalan sıkıntı kırıntılarını muhtelif yollarla dışarı atabilirsiniz. Reçetemizin sonuna geldik. Artık pamuk kıvamına gelip, yüzünüzde manasız bir gülümseme ile dertsiz tasasız hayata yatay geçiş yapabilirsiniz.

            Geçmiş olsun…
"sıkıntıdan kurtulma reçetesi" Devamını oku

18 Mayıs 2010 Salı

Mr. line - La Linea - Bay Meraklı


Geçenlerde Çukur Cuma taraflarında bir antikacının tam karşısındaki banka oturmuştum. Dükkanın önünde devrik duran uzun, ince, siyah bir masa ve onun arkasından geçen siyah takım elbiseli bir amca –hatta dede- bana “la linea”yı hatırlattı. Masayla aynı renkte olan takımından dolayı masayla bir gözükmesi yetmiyormuş gibi, eş zamanlı olarak; yukarıda ki, çiçeklerini sularken, aşşağıya su sıçratan kadına söyleniyordu. Dişleri olmadığı için, ne dediğini anlayamadığım bu amcanın sözleri bana “abaragandi aborogondi pfff” gibi geldi. O an hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti geyikleri gerçek oldu benim için. Rahmetli Cenk Koray’ı ve  TRT’deki tele kutu programında aralara giren “bay meraklı”yı saniyede 24 kare vurarak gördüm. Nostalji, yine aldı beni benden.
La Linea”yı ilk olarak, 1969’da Osvaldo Cavandoli kıytırıktan bir reklam için çizmiştir. Bu reklam çok beğenilince, bir tv dizisine dönüştürüldü ve kullandığı ortak dil sayesinde, ünü tüm dünyayı sardı. Ona biz “Bay Meraklı” dedik. Amerikalılar “line man”, ingilizmer “mr. Line” dedi. Diğer ülkeler de, "balou", "linus på linjen" (linus on the line), "zlosniczek", "menó; manó" , "mar kav" ve "streken” diyenler bile oldu ama o hep aynı anlamsız şeyleri söyledi: “zibilirineyübhü abaragandi aborogondi pfff”. Loney tunes’un sıkça kullandığı çizer elinin filme müdahale etmesi olayının atasıdır, bu huysuz animasyon. Ruh haline göre değişen fon rengi ise, 80’lerin TRT’sinde, siyah beyaz televizyonlarda pek fark edilememişse olmasına karşın, çoğu insan için büyüleyici olmuştur. Bay Meraklı’nın, dünyanın en sevilmiş “tribal atar”cısı olarak tarihe geçmesi kuvvetle muhtemeldir. Bunun sebebi; her şeye atar yapabilen bu animasyonun, çoğu kişi tarafından adının unutlmasını veya hiç öğrenilememiş olmasını hiç takmadan, atar yapmadan; yıllardır hala bizi güldürmesi saygımızı hak etmesine yeterli bir sebepdir bence.
Hadi az laf çok iş: veee karşınızada Mr. Line!
"Mr. line - La Linea - Bay Meraklı" Devamını oku

17 Mayıs 2010 Pazartesi

5'in İntikamı (Bul, yok et, devam et…)


("Kuşkusuz son yılların en iyi korku hikayesi" the new york times)
            ("dostumuz GregorSamsa bu işi iyi beceriyor, dets dı faking griit stori brada" Frank Miller ve Allan Moore)
            ("Alanında Türkiye'de en iyisi" zaytung)

Her şey bir yaz gecesi başlamıştı. Yatmadan önce emektar telefonumun alarmının 5:55'e kurdum, çalıncada 5 kere erteledim. Sonra uyandım sanıp alarmı kapattım, ama uyuya kalmışım. Gözümün çapak panjurlarını açtığımda saat 10:55’di. Yüzümü yıkadım, yemek yedim, 5 saniye otursam bi’şey olmaz diye düşündüm. Sık sık yaptığım bu hatayı, tekrarlamanın verdiği meczupluk hissi, sonucu fark etmemi engelliyordu. Takvimler hala aynı günü gösterirken, yani; hala  tarih, 5 ağustos iken. Günün yemek önerileri, terbiyeli köfte, zeytin yağlı barbunya, sal ve meyva iken. Bugün doğacak çocuklara isim önerileri bedri ve Bedriye iken. Tam 5 saat sonra uyandım. Saat 15:55’di. Zaten yeteri kadar şeyi kaçırdığımın farkındaydım ama hayatı bir ucundan yakalamalıydım. Traş olup, ilk gördüğüm kıyafetlerimi üstüme geçirdim. Adetim üzere, evden çıkmadan, aynanın karşısına geçtim ama gördüğüm manzara bütün uyku nöbetlerimin sinir harbine sonuç oldu. Bir arkadaşımın hediye ettiği abuk Amerikan futbolu fan t-shirtünün üstünde kocaman bir 5 vardı. içimden 5’e küfretmeye başladım. Asansörü tamirde olan, 5. kattaki evimden, otobüsü kaçırma ihtimalimden dolayı koşarak indim ve hızımı kesmeden 5 sokak ötedeki otobüs durağına vardım. Ben oraya vardığımda ancak, nefes nefese kalıp, ellerim dizlerimde domalık bir vaziyette 95 numaralı otobüsün arkasından bakabildim. Sonunda amacıma ulaşmış saat 5:00’deki randevuma varmış olduğumu sanıyordum ki; hoş sesli ama çirkin sekreterin ağzındaki sakızla “murat bey 5 dakika önce çıktı” demesiyle birlikte, içimdeki obsesif Şener Şen’in zincirleri çözüldü. Üstümdeki t-shirtü parçalayıp koşmaya başladım yolda gördüğüm bütün 5'leri ya parçalıyordum ya da üzerlerine çamur atıyordum. Bir… İki… Üç… Bul, yok et, devam et. şimdi sırada trafik levhaları ve telefon numaralı tabelalar var. Altı… Yedi… Sekiz …bul, yok et, devam et. allahım her yerde 5 var, ama duramazdım buna daha fazla katlanamazdım. Kaldırım taşlarınından 5’er 5’er zıplayarak koşuyordum. Hala her yerde 5’ler vardı, bitmiyorlardı. sırada plakalar ve daha niceleri vardı. Dokuz… On… Onbir… Bul, yok et, devam et….
Etrafın karanlık olduğunu sanarken, gözlerimi açmak aklıma geldi. Kısıtılı kadrajımda, namlularını bana çevirmiş, 4 adet yüksek şiddetli ışık kaynağı ve 3 tane insan silüeti var. Objektifimi biraz daha netleyebiliyorum galiba. Bulunduğum beyaz odaya 2 tane de hemşire, olduğunu tahmin ettiğim güzel bayan girdi. Doktorlara tahlil sonuçlarını verdiler. Doktor, bir süre tahlil sonuçlarını inceleyip diğer doktorlarla fısıldaştıkdan sonra gülerek bana döndü ve “tahlil sonuçlarına göre, gayet iyisiniz, kendinizi hazır hissettiğiniz zaman taburcu olabilirsiniz” dedi. Saati sorduğumda aldığım cevap ise; beni asıl iyi olduğuma ikna eden şey oldu. Doktor “saat öğlen 1 dedi. Hastanenin tek tip kalebodurlu koridorlarından geçip, beni görünce açılan otomatik kapıdan dışarı adımımı atarken “0 diye bağırmak istiyordum “sıfırrrrrr… sonunda kabus bitti, seni yendim ‘5’, seni yok ettim…” Dur… Fark et… Sabr et…
"5'in İntikamı (Bul, yok et, devam et…)" Devamını oku

16 Mayıs 2010 Pazar

Benim "Cat Power"ım



Öncelikle, sıkıcı ve klasik bir müzisyen tanıtımı:
Cat Power Amerikalı şarkıcı ve besteci Charlyn «Chan» Marshall’ın projesidir. Minimalist stili ile tanınır.
           
                Diskografi:
             * Dear Sir (1995)
             * Myra Lee (1996)
             * What Would the 
                Community Think (1996)
             * Moon Pix (1998)
             * The Covers Record
                 (2000)
             * You Are Free (2003)
             * The Greatest (2006)
             * Jukebox (2008)

Şimdi ise esas mevzuya girelim. “Mevzu” derken lafın gelişi söylemiyorum, zat-ı  pek muhterem “chan”ciğim  nam-ı diğer ‘Cat Power’,  her dinleyişimde ruhumda mevzu çıkarıp, tüm histeriksiz düşüncelerime “alayınıza isyan” dedirtip, ‘üreciğimi’ kabartan fevkal had müzisyendir. Bu müthiş kadife sesin, bundan sonra da çok sık bahsedeceğim hain mp3 playerımla anlaşması olduğuna inanmaya başladım. mp3 playerımı hep bütün şarkıları karıştırarak dinlerim, yani yaklaşık 1200 şarkı. Buna karşın, ne zaman vapura binsem, güzel manzara görsem veya histeriklik sınırında olsam bir anda kulaklığımda cat power belirir, beni benden alır, bir ben olmaz artık benden içeri. Yazma-çizme işlerinde, benim cat power etkisi dediğim, üretkenlik artışına sebep olur bu utangaç güzel. Onu dinlerken beyin ve yetenek erkleri kontrolünü kaybeder “hands free” moda cebren ve hile ile geçirilir insan.


Bu benim şahsi zaafsal obsesyonlarımdan sonra, bu hanımkişinin de şahsi, destansı duygusal patlamaları, hayatı akışına bırakmaları, bazılarınca rezillik olarak görülebilicek doğal yanlışları vardır. Sahne korkusundan dolayı, kendi şarkılarını unutup sonra utancından ağlayarak konseri terk ettiği görülmüştür (seyircilere paralarını iade edip bin bir özür diledikten sonra). Müzik geçmişi de çalkantılarla doludur; 1996’da çıktığı turne sonrasında müziği bırakma kararı alıp, kocasıyla beraber Güney Carolina’da bir çiftliğe yerleşip “koyun kuzu mee mee” triplerine girip, iç huzura ulaşınca dayanamayıp müziğe dönmüştür. Daha sonraki şarkılarında bu çiftlik etkisinin, kalıntıları görülür. Bazılarınca kadının gücünü temsil eder bu utangaç, naif piyanist. Başka bir taraftan da ekose gömleğimi giyer, yırtık blue-jeanimi üstüme çeker, köşemde müziğimi yaparım diyebilecek kadar da, atarlıdır bu hatunkişi. Bazen de, 2006’daki bonnaroo festivalindeki olduğu gibi kendi şarkılarının etkisinden ve hatıralarından kurtulamaz. Bahsi geçen olayda, hate şarkısına, ağlamaktan başlayamaz, göz yaşlarını siler, “ben döndüm” der, hayatındaki bütün anılarını atışının simgesiymiş gibi gitarını değiştirir, yeni gitarını alır ve şarkının nakaratını “i do not hate myself and i do not want to die" olarak değiştirip konsere devam eder, zat-ı şahaneleri. (bkz: video)
Ayırca yaptığı coverlar ve filmlerin en kritik anlarında kullanılan, perdede 10 uzun metrajlı gücünde olan şarkılarıda sıkça görülmüştür. Benim cat powerla yani chan marshal’cığımla tanışmamda “v for vendetta” filmindeki “i found a reason” şarkısıyla olmuştur.
Veee beklenen an! karşınızdaaaa zat-ı şahaneleri Chan Marshal yani bilinen adıyla “CAT POWER” "V for Vendetta" O.S.T.'sinden "i found a reason":                             
 "Where is my love?":
                  ve son darbe "The Greatest":
                      
"Benim "Cat Power"ım" Devamını oku

15 Mayıs 2010 Cumartesi

KALE-nder-Cİ


Benim saygı skalamda, bir müzik gurubunda hep bas gitaristler, futboldaysa kaleciler en büyük yeri kaplarlar. Bu iki katagorinin ortak özelliği; belirli kalabalık zümrelerin, arkadaki dikkat çekmeyen, kalender olanlarıdır, bu adamlar.
Özellikle kaleciliğin, küçüklükten gelen bir yanlış anlaşılmışlığıyla başlar, bu zümrenin “saygı değer” hitabını alması. Mahalle maçlarında koşamayan, en kötü oynayan veya yaşı küçük olan veletler kaleye geçirilirler. Şayet, öyle bir “kötü” oyuncu yoksa, her gol yendiğinde kaleci değişir, hatta sırf kaleden çıkmak için kasten gol yiyen zat-ı sıfırın altında  muhteremlerin bile görüldüğü vaki olmuştur. Öte yandan, iş profesyonel futbol’a gelince kaleciler takımın arkasını toplayan, en güveniliri, genel olarak en olgunudur. Hep rakip takım atak yaparken, yüzü onlara dönüktür, ataklara göğüs gererler. Kendi takımı atak yaparken ise, onları uğurlayıp, arkarından su döküp, el sallarlar. Takımının yediği her gol onların üzerine binen ruh yükü olurken, kendi takımı sayı attığında ne ona teşekkür eden olur, ne de adı anılır taraftarlarca. Kendi takımının sayısına sahanın öbür ucunda tek başına sevinen kalender adamlardır kaleciler. Forması bile farklıdır. Diğer 10 oyuncu bir örnek giyerken, onlar farklı formalar giyerler. Bu farklılıklarına rağmen takım oyuncusu olmayı becerirler, “ben marjinalim, siz sefil sıradan oyuncularla aynı kıyafeti giymem” havalarına girmezler, onlar gibi davranıp takımın bir parçası olmayı başarabilirler. Sokak futboluyla, profesyonel futbol arasındaki bu değerlilik farkı, kalecilerin saygıya faizi ile şayan adamlar olmlarını sağlar.
Nerede, küçük yaşta kaleciliğe başlayıp, usanmadan, karizma derdine düşmeden, büyüyüp profesyonel kaleci olabilmiş birisi varsa, orada süper bir insan vardır.
                                Cláudio André Mergen Taffarel
"KALE-nder-Cİ" Devamını oku

14 Mayıs 2010 Cuma

yeni başlayanlar için şiir

             
Şahsi olarak, şiire olan ilgim biraz geç oldu galiba. Buna da bir suçlu bulmam gerekirse tamamen popüler kültürün sürekli aşağı çektiği modern şiir anlayışıdır. Muhtemel edebiyata başlama yaşlarımda karşıma çıkan; sokak ağzının, abartılmış duygusal buhranların ve takıntılı aşıkların kullanıldığı Ahmet Selçuk ilkan ekolü şiirlerin veya İbrahim Sadri, bedirhan gökçe gibi, her cümlenin sonunu uzatarak okuyan, naif şiirleri bile, savaş destanları okurcasına hiddetli çıkışlarla okuyanların yüzünden uzun zaman şiirden uzak tuttum kendimi. Ta ki; eş zamanlı olarak beni şiire yanaştırıcak olan fuzuli, fazıl hüsnü dağlarca veya Edgar allan poe gibi şairlerle tanışana kadar. Artık, şiirin, yazın dünyasının 1/10 ölçeğinde konsantre meyve suyu olduğunu fark etmiş, tiryaki bir şiir okuyucusu olmama rağmen, ilk yaşadığım edebi dezenformasyondan dolayı hala içinde aşk geçen şiirlere karşı alerjimin olduğunu da belirtmem gerek. Bana şiiri sevdiren bu zat-ı muhteremleri “ne kadar büyük adamlarmış” diyerek anlatmama gerek yok diye düşünüyorum zira isimleri okunduğunda bile ceket iliklenecek bu isimlerin büyüklüklerini belirtmek, şapşallığa dalalet edecektir. Benim aşağıda yazıcaklarımda ki amaç ise; tamamen bana şiiri nasıl sevdirdiklerine dair bir açıklama olucaktır.

             Bir şairin cümleleri, ahenkle akarken, deltasında kullandığı kelime çeşitliliği ile ardından zengin bir alüvyon toprakta bırakabilmelidir. Dahası anlatımını güçlendirmek için, kendi baş yapıtının simgesel kahramanını bile küçümseyebilecek kadar egosuz olmalıdır şair.

"Mende mecnundan  füzun aşıklık istidadı var
             Aşık-ı sadık menem mecnun’un ancak adı var"

                                              Fuzuli

Veya bir şair, beş kelime bile kullanıyor olsa, sıkmadan, usandırmadan, sadeyken bayağılaşmadan, bu küçücük kelimelerin her bileşenine birden fazla dünya yükleyerek işleyebilmelidir.

            Dolu ile boş yarışıyorlardı
  Çevrelerinde uçsuz bucaksız kalabalık    

  Boş kazanmıştı yarışı
  Doluyu alkışladılar

                                               Fazıl Hüsnü Dağlarca

“Gül! Gül dedi, bülbül güle, gül gülmedi gitti.
             Gül bülbüle, bülbül güle yar olmadı gitti. “

                                               Fuzuli

Veya şairin kelimeleri, ısırgan ruhu sürülmüş dikenleri olan bir dev gürzü gibi insanın beynine düşmelidir.

“Derken ciddi ve haşin suratıyla bu abanoz kuş,
  Kaderimi gülümsemeye dönüştürdü,
  'Sorgucun kırkılmışsa da hiç kuşkusuz' dedim
  Korkak değilsin sen,
  Gecenin kıyısından gelen
  Suratsız ve yaşlı kuzgun-
  Gecenin plutonian kıyısındaki saygı değer adın nedir,
  Söyle bana.'
  Kuzgun dedi ki 'birdahaasla.' “

                                               Edgar Allan Poe

 

"yeni başlayanlar için şiir" Devamını oku

13 Mayıs 2010 Perşembe

şiddete övgü

Öncelike şunu söylemek zorundayım; biz insanlar içimize üflenmiş ruhla beraber gelen, hissetme, kannat kullanma ve saçmalama gibi insani özelliklerimizi bir kenara bırakırsak, “hepimiz hayvanız!”. Özellikle şuursuzlaştığımız anlarda yani insan mantığımızı kullanım dışı bıraktığımızda, hayvan reflekslerine ve iç güdülerine sahibiz. Şüphesiz ki; hayvani ve insani özellerimizin rot-balans ayarlarının sağlam olması sürüş zevki açısından iyi olucaktır. 
            Modern çağın yaşken eğdiği biz insanların, eğilen bükülen, yanında kuru olmadan bile yanan iç güdülerimizden bir tanesi de şiddete olan eğilimimizdir. İnsanlar şiddetle bağlantılı olarak “pısanlar” ve “pıstıranlar” diye ikiye ayrılır hale geldiler. Dünya nüfusu, ya her olayda eli levye uhuvetine bürünen insancıklarla, ya da “how i met your mother?” dizisindeki Kanadalı tarifi gibi, iki insan çarpıştığında, özür dileyen, çarpılmış mağdur insanlarla doldu. Ama şunu belirtmem gerekiyor ki; bu bozulan şiddet dağılım pastasında; sayısal açıdan pısırıklar, öksüz doyuran ayarında ezici üstünlük sağlıyor olsalarda, egemenlik açısından pıstıranlar, pısırıklara tabağın dibini bile yalatmıyorlar. Karanlık bir yolda yan yana bile geçmekten korkan, birisi bişey der diye korkarak ömür geçiren, hep yol kenarından yürüyen, ensesine vur ekmeğini al cinsinden pıstırılmış pısırıklar bir ülkede yüksek bir nüfusa sahip ise; egemen salt kaba kuvvet dahada güçlenicektir ve bozulan dengeler düzelmicek kıvama gelicektir. Bu yazdıklarımdan insanları şiddete yönlendirdiğim anlaşılmasın ama şiddeti hayatından çıkarıp “biz kaba kuvvete karışıyız” diyen penguenlerle, “alayına gider” diyen zontaların arasında kalan bir nesil cereyana maruz kalıp, bel fıtığı olmakta. Bize düşen dünyanın dengesinin bozulmaması adına; her insanın içindeki hayvani şiddet iç güdüsünü, insani niteliklerinin önüne geçirmeden, gerekli yerlerde, meşru mazeretlerle kullanmak üzere mevziye yerleştirmek. Aslında şiddetle alakası olmayan bir zat-ı muhteremin, bu anlattıklarımın üzerine düşen bir cümlesiyle yazımı bitiriyorum: “şiddete meyyalim vallahi dertten
            Yaşasın orantılı güç! Yaşasın şiddet mazeretleri!

"şiddete övgü" Devamını oku

12 Mayıs 2010 Çarşamba

panda sefası


Hani böyle sıcak havada, klimalı otobüse binersin de o serinliğe alışmana mükabil, otobüsten inince "laakk" diye sıcak hava duvarına çarparsın ve kuyruğunu kovalayan köpekler gibi geri otobüse girme isteğiyle arkana döndüğünde, kapının kapanmış, seninse çok geç kalmış olduğunu fark edersin ya, işte öyle üzülüyorum; bu pandaların iktidarsızlığından doğan en direkt serbest vuruşun sonucu olan nesillerinin tükenmesine.
            Pandaların dünya üzerindeki nüfusu 1600 kadar, yani; bu yanakları mıncıralası hayvanların nüfusu, sempatik olmak için onun silüetini logo veya reklam görseli olarak kullanan şirket sayısından daha az. Tabi ki ben bu yazıyı pandaların tembelliklerinin üzerinden, iktidarsızlıklarıyla dalga geçmek için yazmıyorum. Nüfus azlığının ne menem bir şey olduğunu bana fark ettirdikleri için, teşekkür etmek amaçlı yazıyorum. Ne zaman dünyanın her hangi bir yerinde bir panda doğsa, beşeriyetin içi huzur dolar, saçma bir gülümseme çöreklenir suratlara, meraklar yönelir yeni doğmuş pandaya. İsimler konulur ona, hatta Türkiye’de adının sonuna –cik –cık eki konur, Brezilya’da –inho. Ya kediler, köpekler ve atlar gibi nüfuslu, güzel ve şirin olsalardı veya  damla balığı, yıldız burunlu köstebek veya aye aye gibi çirkin hayvanlar olsalardı kimse iplemicekdi. Demek ki; Bulunmaz hint kumaşı sendromu sadece insanlarda değil hayvanlarda da oluyormuş, ilgi ve sevgi üzerinde olunca şımarıp, iş savsaklamak yaratılanların doğasında varmış.
            Rahat bırakın şu hayvanları artık! Çiftleşsinler diye gözlerinin içine bakınca şımarmalarına artı olarak, belki de utanıyorlardır. Dön arkanı çekik gözlü hanım teyze. Edep yahu!
"panda sefası" Devamını oku

çay bir özge candır


Benim nazarımda şu açıktır ki: “Çay, kahveyi döver…”. Bu fikrimde ne kahvenin asabiyet yapıp ağız tadını bozmasının, ne de çayın rahatlatıcı, mayıştırıcı etkisi ile ağızda bıraktığı hoş tadın bir alakası yoktur. Benim ki tamamen “duygusal”.
            Duygusallık derken, kültürel durumlarından doğan en direkt serbest vuruşla söylüyorum bunu. Her kim ki; misafirlerini ‘kahve’ye davet ederse: “sadece yarım saat konuşalım, yorma beni, az dur sonra git!” demiş olur zira kahve, üst üste en fazla 2 bardak içilebilir (onlar da psikopat içicilerdir.), süresi takriben yarım saat sürer, verdiği mesaj açıktır. Buna karşın, çayda semaver veya demlik kültürü vardır (sallama çayları kuru fasülyeden sayıp, top bile atmıyorum, bu böyle biline.) Her kim ki; misafirlerini ‘çay’a davet ederse: “gel ne olursan ol yine gel. Gel saatlerce gitme ‘muhabbet’ edelim uzuuun uzuuun.” demiş olur.
Bu konuyla ilgili “kahve ile sohbet, çay ile muhabbet edilir” mottasını faizi ile çok severim. Konusunu güzelliklerden alan sohbetin olduğu yerde, muhabbet, muhabbetin olduğu yerde, muhabbetin kalbi ve resmi içecek sponsoru olan çay vardır.
Ayrıca çay saftır, şeffaftır, içi dışı birdir, açık sözlüdür, ince belli cam bardakta, görerek içilir. Kahve ise biraz hindir, ketumdur, içten pazarlıklıdır, porselen kupa bardakda veya fincanda görmeden içilir.
Ve çok sevdiğim bir diğer mottamla ilk yazımı sonlandırıyorum: “hem çay olduk, hem çayhane, hemdemliğimiz baki olsun ki; kıvamımız olsun şahane.”
"çay bir özge candır" Devamını oku