Aşağıda okuyacağınız yazı benim muhterem dostum, kardeşim, ahretliğim ve bu blogun insandan kaçan hümanist takma isimi ile yazarı olan Bilal Habeş ile benim aramdaki farkları konu alacaktır. Aslında, burada geçecek olan “ben” ve “o”ların hepsi, belki de “sen” ve başka bir “o”dur yani bu yazı bizim üzerimizden genel bir dostluk bakışıdır.
O, fiziken noktadır. Ben ise virgül.
Onun sözleri hep noktadır, söyler ve cümleyi bitirir. Benim sözlerim ise hep virgüldür, sakız gibi uzadıkça uzar.
O, bir ortamda ki kadıdır. Ben ise soytarı.
O, asosyaldir. Ben ise onun sosyallik istihkakını bile yiyebilen bir sosyal oburum.
O, yalnız başına bir çatı katında gayet mutludur. Ben ise şimdiki zamanlı ve gelecek zamanlı bütün fiillerde yalnız kalmaktan korktuğum için ancak kalabalıkda huzurlu olabilirim.
O, çayı tek şekerle içer, orada bile yalnızdır. Ben ise konu çayken bile tekilliğe dayanamam, 2 şeker atarım.
O, müslümcüdür. Ben ise gayri müslümcü.
O, ihtiyacı olan şeyi aramayı sever, katkılara kapalıdır. Benim için ise mühim olan ulaşmaktır. Nasıl elde ettiğimi önemsemem.
O, kitapçıya gider raflardan kitap seçer alır. Ben ise kitapçılara giderim raflardan kitap seçerim, sonra gidip onun rafından alırım o kitapları.
O, buluşmadan önce telefonla araştığımızda, konuşmaya başlarsa “ne istiyorsun? ne getireyim?” veya “şunu getiriyorum haberin olsun” der. Ben ise, eğer konuşmaya ilk başlarsam “naber? nasılsın?” derim.
O, benim aklımda tutamadığım isimlerimdir. Ben ise onun yapamadığı hesaplarıyım.
O, sözel kafalıdır ama ağzı söz yapmaz, suskundur. Ben ise sayısal kafalıyımdır ama ağzım hep söz örer, gevezeyimdir.
O, gaddardır, insanları rahatça hayatından silebilir. Ben ise pragmatisttim elbet lazım olurlar diye el altında tutarım.
O, nargileyi her defasında yakar. Ben ise hep geri açarım.
O, evveldir. Ben, ahirim.
Bazı arkadaşlar vardır önce, kardeş olurlar. Sonra, ahiret’e kadar yoldaş olur, ahretlik olurlar. Ahretliğime saygılarımla…
Bilhassa, son zamanlarda dikkatimi çeken bir şey var; uhrevi, tasavvufi eksende en çok dinlediğim 2 eserin, en çok dilime dolanan kısımları ortak bir kavramda buluşuyorlar: “uyanmak”
“Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın
Göçtü kervan kaldık dağlar başında ” dinle
“uyan ey gözlerim gafletten uyan
uyan ey uykusu çok gozlerim uyan ” dinle
Uyanmak metafor olarak çok kullanılmış bir kavramdır aslında. Göz uyur, gönül uyur, dost uyur, su uyur, hatta düşman bile uyur ama marifet uyumakta değil uyanmaktadır azizim. Bence bilim adamları yanılıyorlar; insan, düşünen hayvan değildir. İnsan, kalben ve aklen uyanabilen hayvandır.
Uyanmak üzerine bu kadar fikri antrenman yapmamın sebebi muhtemelen, yakın dönemlerdeki şahsi eksikliklerimin, yoksunluklarımın, hissi yoksulluklarımın ve ihmallerimin artmasıdır. Gerçi bunlar, safi bana ait sorunsallar değil. Modern çağın, beşeriyete dayattığı, yağlı ilmeğini bulduğu ilk boğumda sıktığı rutin mağlubiyetler bunlar.
Artık çoğumuz, Sandman’in gözümüze serpiştirdiği uyku tozlarıyla değilde, kardeşi Lucifer’ın is tozlarıyla adeta içsel ölüme uyuyoruz. Uyanmıyor gözlerimiz gafletten, kervanlar göçüyor gönlümüzden, kervanlar dolusu umut ve inanç satıyoruz ellerini ovuşturup kıs kıs gülen mezarcı tüccarlara. Beşer dünyası ruhu hiç gülmeyen, hep uyuyan insanlarla doldu. Bu pencereden bakınca belki de içinizden bir kaçınız, ben uyumakta ısrar ediyorum daha doğrusu uykuda mapus yatıyorum diye hala uyuyordur –atalar asla yanılmaz; hep üzüm, üzüme baka baka kararır-.
Ve yine belki de hepimize şefkatli ve şiddetli bir anne sesi darbesi gerekiyordur “uyan yavrum uyan! Dünyada sabah oldu!”
Benim yüzümden uyuyanlar, hakkınızı helal edin e mi?
Narin bir ruh, mütemadiyen intihara meyilli bir bünye ve daha nice psikolojik anomalilerle tanımlayabiliriz onu ama ben bunun yerine şu tanımı tercih ediyorum; ben her zaman, insanlara hüznün yakıştığını fakat gam ve kederin insanda eğreti durduğunu düşünmüşümdür. İşte dünya üzerinde belki de gam ve kederin yakıştığı tek insan, insan olmaya çalışan bir şair: Sylvia Plath.
Onun acısıyla bertaraf olmak bile zevk verir bazen okuruna, çünkü herkes bilir ki; bahsi geçen her hisler Sylvia’nın iliklerine kadar işlemiş safi acılardır.
Aynı zamanda ilk eseri olan ve 8 yaşındayken vefat eden babasının ardından yazdığı şiiriyle ilk belirtilerini gösteren ve onu hayatı boyunca yalnız bırakmayan manik-depresifliği bir yanda, yıllarca evdeki hegomonyası, diktası, ilgisizliği ve çapkınlıklarıyla onu kahretmesi yetmiyormuş gibi, mesleki açıdan da yalpa yaptıran kendisi de bir şair olan kocası Ted Hughes’ın yaptıkları diğer yanda Sylvia’nın muhtaç olduğu ham maddeyi ona sağlıyorlardı.
Sylvia, “zihinden çıkış yolu var mı?” sözüyle de anlattığı gibi, gerçekle kurguyu ayırt edemeyecek kadar zihninde kaybolmuş bir yazardır. Yaşadığı çevreye ayak uyduramadığını düşünüp etrafına yabancılaşması, onu daha da kendi içine yöneltip, onu metastaza da zorlamıştır yani o da bir Gregor Samsa’dır aslında.
Yaklaşık 30 yıllık, kısa hayatında daima ölüm ve karanlık hislerle ilgili üretimler yaptığı için çoğu kişi, bundan zevk aldığını düşünür veya ölümü kutsadığını düşünür ama az kişi fark etmiştir ki aslında durum tam tersidir. Belki; “Gözlerimi kapadığımda tüm Dünya ölüyor, gözlerimi açtığımda yeniden doğuyor” sözündeki düşüncesi yüzünden çok az uyuyordu yani aslında ölümden korkuyordu. Zaten “neden yazıyorsun?” sorusuna verdiği yanıtta bu savı doğrular niteliktedir, “yazıyorum çünkü; içimde susturamadığım bir ses var” korkusunun sesi. Evet bazıları için buna inanmak zor olabilir. Onun ruhsal buhranlarının varlığı, fiziksel ve yazısal olarak ölümün hep kıyılarında dolaşmış olması bu yanlış intibanın mazereti olabilir. Hatta bence çok uçuk da olsa, sylvia’nın ölüm korkusuna bir kanıt da, ölüm gelmesin diye onun erkenden ölüme gitmesidir.Gerçi onun intihara meyyalinin lanet veya kalıtımsal bir sorun olduğu da sıkça akla gelebilir, malum yıllar sonra oğlu da kollarını açıp, ölüm gelmeden, ölüme koşmuştu. Bu bir miras, ancak müthiş bir şairin, marjinal bir annenin çocuğuna bırakabileceği türden kötü bir miras.
Çeşitli eserlerinden birkaç alıntı:
***
Pek yakında, evet pek yakında
Mezar inimin yediği etim
Gene üstümde olacak eve gittiğimde.
Bir kadın olacağım yine, yüzümde gülümseme
Otuzumdayım daha.
Kedi gibi dokuz canım var hem de.
***
Ölmek bir sanattır
Her şey gibi eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi,
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor
Bu konuda iddialıyım sanırım.
***
Gözdeki Zerre
…
Ne göz yaşları ne de göz banyolarının
Dindiren taşkını çıkarabilir bu parçayı:
Batıyor, ve bir haftayı buldu batıp durması:
Kabul ederim artık tenin kaşıntısını,
Kör olmaktır bunun sonu ve başı.
Düşlerim Ödipus olmayı.
Yataktan önceki, bıçaktan önceki,
Broş iğnesinden ve bu parantezlerde
Beni bağlayan merhemden önceki
Kendime geri dönmektir istediğim;
Atlar akıyor rüzgârda,
Bir mekân, bir zaman, çıkıp gitmiş akıldan.
Hazırlıklar, tanışmalar, kaynaşmalar, yerleşmeler, provalar ve repertuar bitmiş, ünlü modacı Nur Yargıcı’ya hazırlatılmış yere kadar uzanan, siyah tek parça sahne elbisesi henüz gelmişti. Hazırlıklar tek husus hariç bitmiş gibiydi. Velvet Zela kendinden önce sahneye çıkacak olan komedyenin: “muhterem konuklar… işte karşınızdaaa Hüsn-ü Niyet kahvesinin yeni assolisti, narin, nazenin kuğumuz Vuvuuu Zelaaa…” diyerek kendisini takdim edeceği, alt kattaki esas sahneyi hala görmemişti (daha sonra öğrenecekti ki kasten uzak tutuluyordu oradan. Raci bey sürprizleri seviyordu!)
Velvet’in asistanı ve makyözü İvediye Boyacı, kendine olan güvensizliğinin sesine yansımasıyla “Velvet hanım, sahneye çıkmanıza 2 saat var hazırlanmaya başlasanız iyi olur bence . Tabi siz isterseniz kem küm…” diye belli belirsiz vızıldadı. Velvet ise tam tersi bir özgüven ve sıcaklıkla “İvediye ablacığıım, lütfen bırakalım bu resmiyeti sende yakınım sayılırsın artık, sen de bana Vuvu diyebilirsin. Hazırlıklara gelincee” bir anlık ense karartma işlemine mukabelen sözüne devam etti “neye? Nasıl hazırlanacağım ki. Daha çıkacağım sahneyi bile görmedim. Heyecanımı körükleyen nur topu gibi bir merakım oldu!” dedi.
[sahne zamanı]
Saatler on’a on kalayı gösterirken, Vuvu, arka merdivenlerden sahneyi görmeden aşağıya, kulise indirildi. İyiden iyiye işkilleniyordu ve bu durum sakin Velvet’i hırçınlaştırıyordu. Öyle ki sahne öncesi şans dilemeye gelen patron Raci beye bile çatabildi. Neyse ki, Raci bey neyzen fıtratlı bir elektro gitaristti, halden anlayıp sabır gösterdi.
İçerinin sesleri kulisten de duyuluyordu. Gelen seslerden anlaşılan komedyen Resmi Atarlı kapanış konuşmasını yapıyordu ve bu Velvet Zelanın kalıcı olarak Vuvu Zela’ya dönüşeceği anlamına geliyordu yani sahne sırasının ona gelmişti. İhtiyar komedyen “ Ben Resmi Atarlı sizlere eğlenceli bir gece yaşatabildiysem ne mutlu bana ” diyip bir geri adım attı, yutkundu ve sesini bir perde yukarı çekip beklenen anonsu yapmaya başladı “muhterem konuklar… işte karşınızdaaa Hüsn-ü Niyet kahvesinin….”
[son on saniye]
Velvet’ten, Vuvuya bir koridor ve 10 saniyelik mesafe var. Velvet koridorun başında. 10-9-8… heyecan, merak, kızgınlık… 7-6-5… içeride onlarca kişi olmasına rağmen şu an, ağına düşen tek şey karanlık koridorun sonundaki beyaz ışık… 4-3… o da nesi? Merakıyla heyecanı kalbindeki korku köprüsünde toslaştı ölü ve yaralılar var… 2-1-0… “Allahııım sana geliyorum…” Bir anlık beyaz dünyanın ardından, Vuvu, objektifini yavaş yavaş netlemeye başladı. İlk görüşte “dırşk” bu olmalıydı. Bu kadar zamandır kendisinden sır gibi saklanan sahne ve seyirciler burası ve bunlarmıydı? Sıradan bir sahne, sıradan yurdum insanları.. eee sır olan ne burada… (“yok artık.. bu… bu olamaz..” diye düşünmesine az kaldığını bilseydi asla böyle düşünmezdi.)
Söyle bana İstanbul, Yahya Kemal Beyatlı'yı dinledim ve her tependen baktım sana; Yetmedi. şapkamın altından, gazetenin kenarından,çay bardağının arkasından, dikenli tellerin arasından, sokağın iki tarafına gerilmiş ipe asılı çarşafların arasından bile baktım; Olduramadım. Lütfen söyle bana Aziz İstanbul: Neden bu kadar seviyorum seni? O kadar evliyanın konaklamak için sebi seçmesinin sebebi nedir? Hadiste kelam edilme mertebesine ulaşmanın hikmeti ne? Devletler seni kendilerine başkent yaparken, kalpler neden başkentlerine neden seni koyar? Tamam... Tamam... Susuyorum İstanbul. Madem ayrılacağız, oturda bir çay daha içelim. Hatta, çayım ol istersen veya bardağım. kabül edersen, şekerim ol... Sen bilirsin İstanbul neyim olursan ol, ama ol yeterki. Yanımda ol... Yanımızda, yamacımızda ol...
Tarihin hangi anından baktığınıza göre, onun görünüşüyle ilgili sıfatları, parçalı bulutlu olarak değişir. İki bini sekiz geçeden bakarsanız on sekiz yaşında, narin nazenin, zarif, çıtı-pıtı bir bayan, iki bini elli küsür geçeden bakarsanız, olgun, narin, nazenin, zarif ama vardakosta bir baaaayan görebilirsiniz. Onun adı Velvet… Velvet Zela. Kariyerine, ergenlik başında eşe-dosta hatır gönül şarkı söyleyerek başlamış, gönül kalelerinin surlarını döven bir trabluketçiydi, Velvet.
Sene iki bini on geçe…
- Alo! Vuvu!
Arayanı ilk tadımda anlayamamanın verdiği duraksamadan sonra, ona sadece iyi tanıdıklarının Vuvu dediği aklına geldi ve sesin sahibini tespit edince, sanki tanıdıklarıyla hep sol tarafıyla konuşuyormuş gibi doğal bir tavırla, saçından yer açarak ahizeyi, sağ kulağından çekip sol kulağına koyarak; keyifle şakırdamaya başladı:
- Emel ablacığım, nasılsınız?
- Boşver şimdi beni şekerim, havadisler sende. Raci’yle sözleşme imzalamışsın?
-“Umarım dağıtacağım imzaların ilki bu olur.” Diyerek kikirdedi Velvet veya nam-ı diğer Vuvu.
***
Yeşiltepedeki evinden, kimilerince efsunlu olduğu iddia edilen ve sahne alacağı “Hüsn-ü Niyet Kahvesi”ninde üzerinde bulunduğu, “Şahsen Apartmanı”na taşınmak üzere yola çıktı.
İsminin altına binlerce kelimelerle methiyeler düzülebilecek, popun kıralı Michael Jackson'ın vefatının 1. yıl dönümünden doğan endirekt görsel vuruş: Michael JacksonAnı Görleşkesi.
O zaman M.J. için son bir "moon walk" ve "eyırini vokki" zamanı.
Rusya’nın kuzeyinden bir cumhuriyet, ufak tefek içine kapalı hatta halkı da ufak, halkının gözleri de ufak bir yer: Tuva Cumhuriyeti. Tuva cumhuriyetinde, adıyla müsemma tuva Türkleri yaşar. Aslında Tuvalar sadece Tuva’da değil, Moğolistan, Kırgızistan ve sibirya’da da yaşarlar. Dilleri Türkçenin Sibirya gurubundandır ve neredeyse tamamı şamanisttir. En büyük kültürel çeşitliliklerini sağlayan Şamanizm, Tuvaların kendilerine özgü olan tuva müziğini ortaya çıkartmıştır. Gırtlak müziği de denilen bu değişik müzik, Türkiye’de boğaz havası olarak da bilinir, hatta tam olmasa da; türk sanat müziğindeki keriz atma denilen teknik veya bozlaklarda kullanılan tekniklere benzer yanlarıda vardır. Dünya çapında, kullanılan teknikler açısından İsviçre çobanlarının yodel’larıyla eş zorlukta kabül edilir. Tiz ve bas sesler cümbüşü olan bu ses tekniği, ilk duyulduğunda enstrumandan çıktığı düşünülse de, bir insanın gırtlağından çıktığını bilmek oldukça şaşkınlık vericidir. Açıkçası ilk duyduğumda benimde sinirlerimi bozan tuva müziği, dinlendikçe insanı kendine bağlayabiliyor. Bunun sebebi; şaman ayinlerinde de kullanılmasından kaynaklanan ritmik yapısıdır. Kullanılan, İgil, Doşpuluur, Demir Khomus gibi enstrumanlar bu ritmik yapıyı dahada şenlendirir.
Küçük bir halk olan, Tuvaların müziği kendi hayallerini bile aşıp, yavaşta olsa dünyada büyük bir beğeni toplamaktadır. Özellikle, huun-huur-tu, Hanggai ve Kongar-ool Ondar gibi geleneksel tuva müzisyenlerinin ve Yat-Kha gibi tuva müziğiyle rock müziği birleştiren toplulukların katkısıyla bu müziğe ilgi gün geçtikçe artmaktadır.
Öncelikle, şarkıları duyduğunda o sesin nasıl çıktığını düşüneceklere, insan vücudundan veya en azından ağzından çıkmayacağını düşünenlere kanıt mahiyetinde bir video. Ardından da değişik teknikler ve tarzlarda söylenmiş tuva müziklerinden seçmeler sizlerle efenim.
Biz hep hayalimizde canlandırdığımız, nesiller boyunca aynı kalan salt aşka güzellemeler dizdik satırlara. Belki de kalıcı olan olduğundan hakkımız da vardır ama bir de aşkın zamanla değişen kıyafetleri var. Aynen, özlemle baktığımız eskiyle kıyasladığımızda bize çok dejenere gelen ve beklide elli veya yüz yıl sonra küçük küçük torunlarımızın kendi çağlarıyla kıyasladıklarında özlem duyacakları, şu anda yaşadığımız çağda ki kostümü gibi. Onunda üzerinde konuşulmaya, hakkında methiyeler düzülmeye ihtiyacı var.
Aşağıda izleyeceğiniz videolarda İsmail Kılıçarslan’ın ve Tarık Tufan’ın yazdığı, sokak şiirinin önemli eselerinden “Anna” şiirleri var. Anna, avrupa edebiyatının “Leyla”sıdır aslında. Belki de yazarların “Leyla” yerine “Anna”yı kullanmasının sebebi de budur. “Leyla”, idealleştirdiğimiz, bozulmamış, çağlarca aynı kalmış, tamamen ruhani aşkı temsil eden, doğunun simgesiyken; “Anna” ise; bizi sığlaştıran, duygusuzlaştırıp sisteme entegre eden Avrupa’nın simgesidir. Onları kendi silahlarıyla vurmak bize nasipmiş.
Bu güzel şiirlerden önce fazla kelam ettiysem affola… Saygılarımla
Anna
biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıyla başlayan adamlarız anna.
büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
işte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
insaf et anna!
gidelim buradan.
senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
ölelim diyecektim az kalsın. ölmeyelim. hiç ölmeyelim anna.
sarılalım diyecektim az kalsın. içimden böyle şeyler de geçiyor işte. sarılalım, dudakların…
tamam sustum.
gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. şiir kalsın istersen, sadece otursak. oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
yüzüme bak ama anna, yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
gözlerim biraz karanlık. içinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler, Turgut’lar, Edip’ler, Sezai’ler, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
bekleyişler anna. köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. ama geçecek hepsi, geçecek. şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
gözlerimin içine bakmaktan korkma anna.
sen adımını attığın andan itibaren hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki Tarık Tufan
Ploreterya
Devrim için bir yol bulmalıyız, bir yol bulmalıyız saçlarına,
Yoksa işler karışacak, bizi çağıracak uygun adım,
Kımıltısız, böceksiz, kitapsız , imgesiz, Allah’sız hayat,
İçimde birikip duran şu teri senin ellerinle,
Senin ellerin mi söyle?
Bir akşam güneşini, bir anne balığı, bir gecenin üçünü yerinden etme kudretini,
Sevme kudretini, sevmenin o boşluksuz kudretini,
Aydınlığı, ışığı değil aydınlığı,
Taoyu Musayı İdrisi yardıma çağıracak olan senin,
Senin ellerin,
Bir yol bulmasakta olur, bir yolunu bulamasakta,
Seni nikahımıza almasakta olur bile belki hatta,
Ne de olsa biz, kepenkleri hiç kapanmayan o dükkanın sonsuz sarhoş müşterisiyiz.
Kapındayız, yakındayız, sermestiz ızdırabımızla.
Anlamasan da olur, anlamasam da.
Yakup peygamberin kokladığı gömlekten ekime ekmeğe kadar bir düş kuruyorum.
Geçip gidiyorum aranızdan,
Renkleri öğrenmeye sarıdan başlıyorum böylece.
Saçlarını taramanın başka bir yolu varsa anla ki biz, yaparız bu devrimi.
Anna, Rana, Muhammed, Mustafa.
Bak, gene aşk oldu sonu.
Oysa öyle demeyecektik biz ona.
Sanat, asırlar boyunca ne olduğu tartışılan bir mefhum olmuştur. Filozoflar ve sanatçılar* tarafından binlerce tanımı yapılmıştır. Yetenek midir yoksa emek midir? Sanat, sanat için midir yoksa halk için mi? Ve daha pek çok ikilemi içerir sanat fikri. Sanat dallarını kendi içinde sınıflandırmak bu dilemmaları arttırırken, kimlere sanatçı denileceği çıkmaz sokaklara sokmuştur insanları. Müzikle bu konuyu örneklendirelim: Müzik bir sanat mıdır? Eğer sanat ise müzik yapan herkes müzik sanatçısı mıdır? Yani Wolfgang Amadeus Mozart’ın sıfatı müzik sanatçısı iken Serdar Ortaç’ın da sıfatının müzik sanatçısı olması hak mıdır? Sanat, bunlara benzer yığınlarca bumerang sorunsala sahiptir. Bu mefhumun yeteri kadar sorunu yokmuş gibi, şimdi bir de başına siber alem sanatları çıktı. Müzik alanında, elektronik müzik, 7. sanat sinemada animasyonlar ve görsel efektler, resimde ise grafik görseller modern çağ sanatının tartıştığı konulardır.
Özellikle görsel sanatlarda ayırımın zor olması yeni akımların ortaya çıkmasını da tetiklemiştir. Bu durumun en büyük üretimi pop-art sanat akımıdır. Bu akım “sanat, sanat içindir”i savunanların kalesi olan soyut dışavurumculuğa bir tepkidir ve onunla inceden dalgasını geçer. Bu alaycı tavrı, onu zamanla soyut dışavurumculuktan daha anlaşılmaz ve marjinal bir dairenin içine sokmuştur o ayrı bir konu. Henüz, bilgisayarların yaygın olmadığı 1960’lı yıllarda, altın devrini yaşayan pop-art’çılar 21. yüzyılın sanatçılarının önünü ve ufkunu açıcağını, muhtemelen hiç tahmin etmemişlerdir. Onların sanatgörüleriyle teknolojik değerleri harmanlayan grafik sanatçıları, sanat olup olmadığı tartışılan görsel harikalar yaratmaktadırlar. Bazılarınca, işin içine bilgisayar katmadan yani klasik yöntemlerle ortaya çıkarılan çizimlerde veya kolajlarda dahi, net bir sınıflandırma yapılamadığından dolayı, sanat değeri taşımadığı iddia edilmektedir çünkü bu düşünce stilinde, “bir eser sanat eseri sayılacaksa net bir sanat sınıfına dahil olmalıdır” mottosu hakimdir. Bu düşünce disiplinindekiler, modern çağın sanal veya über pop-art eserlerini sınıflandıramadıkları için sanat olarak kabul etmemektedirler.
Bende şahsi çalışmalarımda buna benzer bir sorunla karşılaştım. Kavramlara çok takılmadan, görsel kaygılar güderek ve ayrıntıda ufak mesajcıklar vererek oluşturmaya çalıştığım sayısal görüntü eserlerime, sanat demek gibi bir hadsizliğim yoktu ama tamamen daha iyi anlaşılma hissi ve ifade kolaylığı açısından bir katagoriye sokmak zorunluluğu hissettim. Tabi bu durum beni hiç katılmadığım sanat sorunsallarına yenik düşürdü ama çok sorun değil. Yapılanlar, sabit isme sahip olan bir konuma sokulunca bazılarının gözünde daha değerli olacaksa benim için hiç sorun yok. Ama benim karşıma, sorun olarak çıkan, işlerimi net bir katagoriye koyamamaktı. Bende kendi katagorimi üretmek zorunda kaldım. Sizi hemen kendisiyle tanıştırayım. Sanatsever, görleşke. Görleşke, sanatsever. Umarım, tanıştığınıza memnun olmuşsunudur.
3 insan görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 vücut görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
3 varlık görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
6 tepe İstanbul görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
2 vücut tek beden görleşkesi: büyük versiyon ile ayrıntıları incelemek için resimlere tıklayabilirsiniz.
anayurt, aşşağıdaki linkten ulaşabileceğiniz "adab-ı haşerat" blogun ta kendisidir. şu anda içinde bulunduğunuz blog benim oraya yazdığım yazıları ayıklayıp külliyat olarak tuttuğum arşiv blogumdur. ayrıca; adab-ı haşerat "facebook"ta gregor samsa "twitter"da